Bugün pek çok ehl-i dinin nazarında, neredeyse sabitleşmiş bir zan vardır: Risale-i Nur okuyanlar, Kur’ân’ı pek okumazlar, pek nazara almazlar, Risale-i Nur’la yetinirler.
Şahsen, Kur’ân’la tanışması ancak Risale-i Nur’la gerçekleşen biriyim. Risale’yi okumaya başlamamla birlikte, Risale-i Nur’un her daim nazara verdiği Kelâm-ı Ezelî’yi okuma iştiyakı duydum. Nitekim Risale okumalarının, adım adım, dünyamı Kur’ân mektebine hazırladığını hissediyorum.
O yüzden, pek çok ehl-i dinin sözünü ettiğimiz zannı, bana hiç mi hiç doğru gözükmüyor. En başta kendi şahsî tecrübem, bana bunun böyle olmadığını gösteriyor.
Ne var ki, ortada böyle bir zan mevcut. Ve,
Risale-i Nur’un herkese ve her ehl-i dine ulaşmasını istiyorsak, ona herkesin ihtiyacı olduğunu düşünüyorsak, bu zannın kırılması ve aşılması gerekiyor.
Ayrıca, bu zannın, Risale-i Nur’a muhatap olanların bazı ‘vurgu’ hatalarından, keza bazı ‘vurgu’ kaymalarından da destek ve cesaret aldığı kanaatini taşıyorum.
Risale-i Nur için, ‘Kur’ân-ı Hakîm’in şu asra bakan manevî bir tefsiri,’ ‘Kur’ân-ı Hakîm’in eczahane-i nuraniyesinden şu asrın yaralarını tedavi için alınan devalar’ gibi tabirler belki sık sık kullanıldı. Ama, itiraf edelim, içi doldurulmadı. Bu, bir ‘iddia’ düzeyinde bırakıldı; ispatı yapılmadığı gibi, fiilî örnekleri de gösterilmedi.
Öyle ki, çokları Risale-i Nur’un Kur’ân’dan söz ederken en ziyade ‘Kur’ân-ı Hakîm’ demesini yadırgayıp, bunu Said Nursî’nin icadı olan bir tarif zanneder ve tenkide yönelir iken; bunun doğrudan doğruya Kur’ân’ın Kur’ân’ı tarifi olduğu dahi söylenemedi. O kadar sıklıkla okunan eşsiz Yâsîn sûresinin hemen ikinci âyetinde, Kur’ân’ın “ve’l-Kur’âni’l-Hakîm” olarak tarif edilişine ya kendimiz dikkat etmedik yahut, başkalarının dikkatini buna çekmeyi beceremedik.
Bu örneğin belgelediği üzere, Risale-i Nur’un muhteva ve üslup örgüsü ile Kur’ân arasındaki kopmaz bağlar, maalesef ya fark edilemedi, yahut fark ettirilemedi.
Oysa, Risale-i Nur’un Kur’ân’ı dahi Kur’ân’ın tarifiyle anlattığı farkedilse, onun tefekkürünü, usulünü, üslubunu ve terminolojisini tamamen Kur’ân’a dayandırdığının anlaşılması ve anlatılması çok çok kolay olurdu.
O zaman, bunca insan Risale-i Nur’a belki bu kadar bühtan etmez; etseler de, bu bühtanlar, bu kadar insanın Risale’ye uzanması mukadder yönünü başka taraflara çevirmezdi. Ama ne yazık ki, bu kopmaz bağlar dar akıllarımızdan gizleniyor.
Meselâ, Âyetü’l-Kübra’ya ilişkin bir dikkatsizlik, mânidar bir örneğidir bunun. ‘Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatı’ olan bu risalede, yolculuğun nereden başladığı sorulsun bize. Sayfaları açılır veya hâfıza arşivi taranır, cevap verilir: “Yıldızlardan.” Evet, Âyetü’l-Kübra kâinatın Rabbimizi nasıl tanıttığını ders verir. Ama ‘seyyah’ımız, yıldızlardan başlamaz yolculuğa; bir Kur’ân âyeti ile başlar. İsra sûresinin, yedi kat göğün, yerin ve içindekilerin O’nu tesbih ettiğini; O’nu tesbih etmeyen hiçbir şeyin olmadığını bildiren 44. âyeti ile. Nitekim, şu an elinize Şualar’ı alın, Âyetü’l-Kübra’yı açın; seyahatin bu
Kur'an-ı Kerim âyetiyle başladığını görürsünüz. Açıkçası, ‘kâinattan Hâlıkını sorma’ mesleği, Said Nursî’nin kendi aklınca ürettiği bir yol değildir; Kur’ân’ın hepimize bildirdiği bir yoldur.
Aynı şekilde, Haşir Risalesi’ndeki, “Madem dünya var, elbette âhiret var” ifadesinde özetini bulan ve milyonlar cilt İslâmî eser içinde misli bulunmayan haşir ve âhireti isbat usulü de, Said Nursî’nin kendince ürettiği bir yol değildir. Bilakis, bu risale, tam da bu usulü öğreten“Fenzur ilâ âsâri...”[1] âyetinden alınmış bir ders hükmündedir. Zaten, bu âyetle başlamaktadır.
Şahsen, Risale-i Nur’u okudukça, Risale-i Nur’un kalbimi ve ruhumu her daim ona yönelttiği Kur’ân’ı daha bir ciddiyetle okuma iştiyakıyla doluyorum. Ve Kur’ân’ı dikkatle okuduğumda, Risale-i Nur’un ders verdiği hakikatlerin, esasların, usulün, üslubun ve hatta kelimelerin Kur’ân’dan alındığını görüyorum.
Kur’ân’a muhatap oldukça, görüyorum ki, Risale-i Nur’un en yoğun vurgularından biri olan fenâ-bekâ ikilemi, Kur’ân’da yoğun biçimde ders veriliyor. Rahman sûresindeki eşsiz ve beliğ “Küllü men aleyhâ fân. Ve yebkâ vechu Rabbike...” âyetleri, bunun bir örneğini teşkil ediyor.
Keza, Risale-i Nur’un en yoğun vurgularından bir diğeri olan ihlas, Kur’ân’ın pek çok sûresinde, “Muhlisûne lehu’d-dîn” gibi âyetlerle ders veriliyor.
Fakr, iktisad, adalet, ibadet, tefekkür, mânâ-yı harfî, sünnet-i seniyye kısacası, Risale-i Nur’un temeli, esası, aslı olan herşey Kur’ân’dan alınmış bulunuyor. Öyle ki, Said Nursî’nin Kur’ân’dan ders aldığı yerler çıkarılsa eminim geride birşey kalmayacaktır.
Hal bu iken, Risale-i Nur’un Kur’ân’a ayna değil perde olduğu zannı ortada dolaşıyorsa, bu ‘perde’liği bizde arayalım diyorum. Arayalım; ve de bu perdeleri kaldıralım istiyorum.
Zira, Risale-i Nur’un ders verdiği kudsî Kur’ân hizmeti Risale’ye ve elbette Kur’ân’a perde değil; ayna ve pencere olma vazifesi yüklüyor bize.*
Metin Karabaşoğlu / Risale Okumaları - 1
[1] Bkz. Rum Suresi 30-50.
Kaynak:
www.RisaleMarket.com